4 Ocak 2017 Çarşamba

Bir Cümleyle Özetlenen İki Kitap (Filin Yolculuğu - Ustam ve Ben)




        "Akıl konudan uzaklaştığında, heveslerin ve hezeyanların kanatları çırpmaya başladığında ne kadar yol gittiğimizin farkına varamayız, hele de bizi götüren ayaklar kendimizin değilse." 

          Saramago bu cümleyi "Filin Yolculuğu" kitabının sonlarına doğru söylese de kitabı özetlemek için söylemedi muhtemelen, ama bir cümleyle kitabı özetlemek gerekse bu tek cümle gayet uygun görünüyor.

        Ve tuhaftır ki Elif Şafak'ın "Ustam ve Ben" kitabını da bir cümleyle özetlemek gerekse yine Saramago'nun bu cümlesiyle özetlenebilir.

       Elif Şafak, intihal yaptığı yönündeki eleştirilere verdiği cevaplarda kendisinin de söylediği gibi;  elbetteki kitabına 3 yıl vermiştir, büyük emek harcamıştır, Avrupa'da o yıllarda bir fil yaşamıştır, fil ve filbazları anlatan pek çok kitap örnek gösterilebilir; bunların hepsi doğrudur.

          Fakat, her iki kitap ta Saramago'nun cümlesiyle özetlenebiliecek kadar ortak bir felsefi ve edebi tabana oturuyor. Bu durum Elif Şafak'ın intihal yaptığına kanıt değildir, onun kötü bir yazar olduğunu da göstermez, kaldı ki  "Ustam ve Ben" deki akıcı dille yaptığı betimlemeleri takdire şayandır. Bunun yanı sıra Mimar Sinan'ı roman karakteri yapma fikri ve romandaki diğer karakterlerle tarihsel olarak aynı düzleme oturtma çabaları ve romandaki tarihsel arka plan göz ardı edilemez. 

        Saramago etkileyici bir yazar bunu da kabul etmek gerek. "Filin Yolculuğu" nu okumuş biri bir şeyler kaleme almak istediğinde aynı konudan hareketle özgün bir eser ortaya koymakta zorlanacaktır. Bu Elif Şafak ya da bir başkası olsun, Belki de yazarlıkta ustalık böyle bir etkiden kurtulmak için konudan vazgeçmeyi de gerektirir. 

      Sonuç olarak "Ustam ve Ben" uzun bir gecede eğlencelik olarak bir şişe kırmızı şarapla okunabilir. Filin Yolculuğu bir kaç gecede bol kahve ile sık sık not alınası aforizmalarla karşılaşılacak edebi bir eserdir.

1 Ocak 2017 Pazar

Hayal Kahvem: Mutlu Yıllar...

Hayal Kahvem: Mutlu Yıllar...: Ne zaman otursam gecenin başına… Ne zaman müziğin... Göçüyorum boş kağıdın sessizliğine… Kalbim, kapatılmış kireç kuyusu akıyor ken...

Martin Scorsese Presents The Blues - Keb' Mo'

2016'nın Son Günü


Şehirden yüksek ya da uzak yerlere gidip biraz dinlenmek ve yalnız kalmak gibi bir alışkanlığım oluştu son yıllarda. Bundan oldukça keyif alır oldum. Buna bisiklet gezileriyle başladım ve son yıllarda kendime kalan zaman giderek daralmakta olduğundan, kısa süreli doğa gezilerinde bir kaç kare fotoğraf çekebilirsem o gün şanslı sayıyorum kendimi. Bu fotoğrafı çekmek için otomobille şehirden 15 dakika uzaklaştım yarım saat makinam çantasında kaldı. Önce kuş seslerini, rüzgar sesini dinledim, şehri izledim, akşamları açık hava meynahesine dönen bu yere, insanların belki de her hafta gelmesine rağmen şişelerini atmış olmalarına şaşarak ve bir an yaptığımın "donkişotluk" olduğunu düşünerek yerdeki boş şişeleri topladım. Yeşili maviyi doyasıya izledim, temiz havayı içime çektim, makinamı elime aldım ve birazda vizörden seyrettim şehri ve yerdeki boş şişelere, şehirdeki boş kafalara, içi bomboş savaşlara, alışılmış alışılmamış yaşanmış ve yaşanacak olan acılara bir göz kırpa süresi içerisinde de olsa veda ederek deklanşöre bastım ve manzarayı aldım. 2016'nın son günüydü ve o kısacık deklanşör süresine sığdırmak istedim berbat geçen tüm 2016'yı. Ne mi olacak? Zaman bulamadığım her anda fotoğrafa bakıp göz açıp kapama süresi kadar da olsa iyi hissedeceğim. Belki...

25 Ocak 2016 Pazartesi

Beyaz Diş




            Jack London'ın ilk olarak 1906 yılı Mayıs - Ekim ayları arasında The Outing Magazine adlı dergide yayınlanan 1909 yılında kitap olarak basılan Beyaz Diş isimli romanı, klasikler okunacaksa kendine rahatlıkla yer bulacak nitelikte bir roman. Annesi köpek babası kurt olan Beyaz Dişin mağarada gözlerini dünyaya açışı ile  başlayan yaşam öyküsü annesinin eskiden emrinde yaşadığı kızılderili topluluğuyla karşılaşmaları ile şekilleniyor. Beyaz Diş özelinde insan-hayvan, insan-doğa ilişkilerini de işleyen romanın, baş karakterinin yarı kurt yarı köpek bir hayvan olması ancak masalsı olmaması başlı başına bu eserin neden bir klasik olduğunu açıklıyor. Zaman zaman bir hayvanın değil, insanın yaşam hikayesini ve gelişim-değişim süreçlerini okuduğunuz izlenimine kapılabilirsiniz. Beyaz dişin içinde bulunduğu koşullar, karşılaştığı diğer hayvanlar (bu diğer hayvanlara insanlarda dahil) dan gördüğü muamele ve buna bağlı olarak şekillenen karakteri irdelenirken, eminim ki bir çok okuyucu yazarın insan ilişkilerine göndermede bulunduğunu hissedecektir. 
               Beyaz Diş'in annesi Kiche, ilk yaşam alanı Mackenzie ırmağı kıyıları, ilk sahibi Gri Kunduz (Kızılderili), ilk düşmanı Uzun Dudak (Köpek) ilk sahibinden sürekli dayak yiyiyor ve kabiledeki diğer köpeklerinde sürekli saldırısına ve sataşmalarına maruz kalıyor. Hiç dostu olmadan büyüyor. İnsanları (sahiplerini) tanrısı olarak görüyor. Gri Kunduz kızak köpeği olarak kullanıyor zamanla güçlenen Beyaz Diş'i satın alan Güzel Smith dayak ve işkenceler ile onu dövüş köpeği yapıyor. Son tanrısı Weedon Scott, Beyaz Diş'i kurtarıyor ve tüm yaşamı boyunca ilk kez dayak atmayan, kötü davranmayan bir tanrısı oluyor. Scott ile birlikte karakteri ve saldırganlığı büyük oranda değişiyor. Bu son tanrısı ile yaşadıklarının anlatıldığı son bölümü bir solukta okuyacak, duygulanarak ve tebessüm ederek romanı tamamlayacaksınız. 
              "Zayıfı ezmek, kuvvetliye boyun eğmek kanunu" Beyaz Diş'in tanrılarıyla olan ilişkileri sırasında fark ettiği doğa kanununu, kendi kendime sordum okurken; doğayı sömürüyoruz, bir zamanlar hayvanlara ait olan yaşam alanlarını ele geçiriyoruz ve onları ya kontrol altına alıyoruz ya da kovalıyoruz. Sonra onları saldırgan olmakla suçlayıp, yeri geldiğinde öldürüyoruz. Doğayla ve çevrenizdeki insanlarla olan ilişkilerinizi gözden geçirmenize neden olması muhtemel bir kitap. Bu kitabı okumak kesinlikle zaman kaybı olmaz. İyi okumalar. 


           Kitabı marketten 2TL'ye satın aldım. Dünya klasikleri olarak basılan bu ve benzeri kitaplar çok ucuza satılıyor. Bunun neden olduğunu araştırdım ama bulamadım. Kağıt kalitesi 15-20 TL civarında satılan kitaplarla aynı olmasına rağmen çok ciddi derecede ucuza satılması ilginç. Yazım hatası da oldukça azdı. Ayrıca yayın evinin siyasi/dini bakış açısını yansıtacak herhangi bir manipülasyon da sezmedim. Eserin orijinaline sadık kalınmış gibi geldi bana.

Yayın evi     : Karaca Yayınları (Ankara)
Sayfa Sayısı : 192

17 Ocak 2016 Pazar

BAB-I ESRAR


Bilindiği üzere; 2007 yılı UNESCO tarafından Mevlana Yılı olarak ilan edildi. Bu konuda ayrıntılı bilgi http://www.mevlanayili.gov.tr adresinden alınabilir. 2007’nin Mevlana yılı ilan edilmesi, Mevlevilik konusuna ilgiyi artırdı ve haliyle bu alandaki kaynak kitap ve roman sayısında ciddi bir artış meydana geldi. Ahmet ÜMİT’in 2008 yılında ilk baskısı Doğan Kitap’tan çıkan Bab-ı Esrar isimli romanı da Mevlana ve Şems-i Tebrîzî’yi konu alıyor. Bunu ticari kaygıyla mı yapıyor bilinmez ama Mevlevilik hakkında hiçbir ön bilgim ve ilgim olmamakla birlikte, Ahmet ÜMİT’in romanı kaleme alırken bir ön hazırlık ve araştırma yaptığını ve bunu özellikle bu romanı yazmak için yaptığını hissettiğimi söyleyebilirim. Şöyle ki; 2007 Mevlana yılı, hazır insanların ilgisi bu alanda iken bir şeyler yazmak lazım nasıl olsa tutar. Bunu Ahmet ÜMİT demediyse bile yayın evinin bir yönlendirmesi olmuş olabilir diye düşünüyorum. Ahmet ÜMİT’i görürsem bir gün bunu sormak isterim. Kitabın sonu da bu tezimi doğrular nitelikte, alelacele sonlandırılmış gibi geldi bana. Temposu ortalama seyreden polisiye/gerilim türündeki bu roman için çok sıradan ve hızlı bir son olduğu kanaatindeyim, bu da yayınevinden kaynaklanmış olabilir. Ahmet ÜMİT’in ilk okuduğum Beyoğlu Rapsodisi kitabından aldığım tadı bu kitabından aldığımı söyleyemeyeceğim. Bu kitabın bana kazandırdığı; Mevlana ve Şems hakkında pek fazla bir bilgi sahibi değildim, yine bir bilgi sahibi değilim J ama yarım saat dedikodularını yapacak kadar bir şeyler öğrenmiş oldum, ayrıca bu konuya inceden bir ilgi duydum da diyebilirim.


Kitapta özetle neler oluyor: Mevlana ve Şemsin ilk karşılaşmaları (Merec-el Bahreyn), dostlukları, aşkları, Mevlana’nın evlatlığı Kimya hatunla Şems’in evlenmesi, Mevlana ve Şems hakkındaki dedikodular, Şemsin ölümü, konuları özenli bir şekilde romana yerleştirilmiş.
Günümüz Konya’sında bir otel yangını sonrası, sigorta şirketi görevlisi olarak Konya’ya gelen ve yangını soruşturan Karen Kimya GREENWOOD Londra’da yaşamaktadır. Kimya’nın, kendisini yıllar önce  terk ederek, Pakistanlı Şah Nesim ile birlikte (İlahi Aşkın peşinden) giden babası Poyraz Efendi de Konyalı bir Mevlevi’dir. Karen Kimya’nın soruşturma sırasında başından geçenler anlatılırken yukarıdaki ana başlıklar Karen’in serüveninin temel taşları oluyor.
Kitapta’da yer alan Mevlana’nın Şemsin gidişine yazdığı bir şiiri şöyledir. (Bu şiiri nette de arattım oldukça popülermiş.)

Tatlı bir ömür gibi gitmeye niyetlendin
Ayrılık atını eğerledin inadına.
Git, yeni ülkeler gör, büyülü diyarlarda gez.
Ama benimle eğleştiğin toprakları da unutma, hatırla e mi?
Gittin ey sevgili şimdi yollardasın
Ayın değirmisini başına yastık yapmış uyumaktasın
Güzel uykular; renkli düşler seninle olsun
Ama bir zamanlar dizlerimde yattığını da unutma hatırla e mi?   

Karen Kimya’nın Konya’daki serüveni sırasında sık sık telefonla konuştuğu Londra’daki annesinin yine bir telefon konuşması sırasında söyledikleri de ilgimi çekti:
Karen: Yani dinlerin gerekli olduğunu mu söylemek istiyorsun?
“Gerekli ya da değil Karen, ama biliyoruz ki varlar. İnsanları hala derinden etkiliyorlar. Var olanı görmezden gelemezsin, bu, başını kuma gömmek olur. Ama bildiğim başka bir gerçek daha var ki, dinlerin hiçbiri perdenin arkasındaki vaat edilen o muhteşem yaşamı kanıtlamıyor. Hepsi, olmayan bir dünyayı vaat ediyor bize. Ama şu an yaşadığımız dünya gerçek: sadece zenginlikler değil, yoksulluklarda gerçek. Açlıktan ölen çocuklar gerçek, hastalıklar gerçek, savaşlar gerçek, giderek daha mutsuz olan insanlık gerçek. Yeryüzünün her sabahında insanlar gözlerini böyle bir hayata açarken, bunca acımasızlık, bunca yoksulluk, bunca umutsuzluk varken, perdenin  öteki tarafındaki cenneti düşünerek yaşamayı ben kendime yediremiyorum Karen. Böyle bir cennet olsa bile kendime yediremiyorum. Ben iyiliği, sadece iyilik olsun diye yapmayı seviyorum, kötülükten kaçınmayı, kötü olmadığım için yapmayı istiyorum. İyi olduğumda birinin bana ödül vermesi ya da kötü olduğumda birinin beni cezalandırmasından korktuğumdan değil. İyi olmak için bir efendiye ihtiyacımız yok kızım. İyilik de kötülük de içimizde, bizimle beraber doğdu, bizimle birlikte yok olacak. Önemli olan yaşarken neyi seçtiğin, hem de cennet ödülü ya da cehennem cezası olmadan. Hem de ölüp gideceğini bile bile. Perdenin ötesi diye bir yer olmadığının farkında olarak. Üstelik senden sonra gelecekleri hiç kıskanmadan, üstelik biz görmesek de onlar daha mutlu olsun diye çabalayarak. Benim payıma düşen de buymuş, teşekkürler hayat diyerek. Bence yaşamak bu kadar basit, aynı zamanda bu kadar güzel, bu kadar heyecan verici. Bütün mesele sahiden alçakgönüllü olabilmekte.”

Kitabın elimdeki baskısı Everest Yayınlarından Cep Boy-2015, 642 sayfa. Okuma sürem 11-17 Ocak  (İşler yoğundu ve kitabın temposu düşüktü. J )
Boş zamanınız azsa ve seçici bir okuyucuysanız okumayınız. Mevlana’ya özel bir ilginiz varsa zaten okursunuz. Polisiye/Gerilim severseniz, okurken nerede bunun polisiyesi nerede bunun gerilimi diyebilirsiniz, yani var ama temposu düşük. Kitabın arka kapağına bakarak aldanmayınız.
Arka Kapak:
             Kaynaklar: 

                                                        



Bu kitap için son yorumum ve notum şudur ki: Pazarlama başarısıdır. Yine de okumuş olmak tam bir zaman kaybı değildir.


12 Ocak 2016 Salı

ÖLÜLER ÜŞÜR MÜ?


            Rüzgâr, sırtında taşıdığı soğukla birlikte suratıma çarptı bugün. Hızından değil ama soğuğundan etkilendim. Yeni bir aşkın ilk günleri gibi kıpkırmızı oldu yanaklarım. Sanki yeni tanışmış yanaklarım rüzgârla ve soğukla. Ardından gelecek yağmurdan habersiz, ellerimle yanaklarımı ovalayıp, soğuktan yanan tenimi normalleştirmeye çalışıyordum. Ekmek kuyruğunda bekleyen yaşlı kadınlar gibi dizilmiş; çoğu tombul, çoğu bakımsız üç beş saksı gözüme ilişti, ahşap pencerelerin önünde duruyorlardı. Rüzgârın soğuktan daha büyük bir risk olduğunu düşünerek ve en içsel refleksim olan kendimi koruma arzusuyla sokağın tam ortasından yürümeye başladım. Saksılar dans ediyor rüzgârla, soğuk yeni aşkı tenimin ve yağmur haber gönderiyor eski limanda buluşalım diye. Sokağın ortasındaki on adımlık yolculuk sırasında, hatırladım ölümü. Soğuk, can alıcı diye mi? Saksıların rüzgârla dansından mı? Bilemedim. Anımsadım bir anda işte. Bedenimi kaplayan ve soğuk nedeniyle o an aklımı en çok meşgul eden et parçasına kaydı düşüncelerim. Kemikler kalıyordu da, neden etimiz çürüyordu ölünce? Ölümle ilgili bilinen en gerçek şey bu belki de. Kemikler kalır ama etimiz yok olur gider, başka bir deyişle toprağa karışır yani. Mesela şunu bileni görmedim daha, ölüler üşür mü? Ölüler özler mi? Ölüler ağlar mı? Ruh diyorlar hazır cevaplı, pek bilmiş arkadaşlar. Kemik kadar gerçek, etin çürümesi kadar gerçek bir cevap istiyorum. Ben üşüyorum, ölüler de üşüyor mu? Ben ölülerimi özlüyorum, onlar da beni özlüyor mu? Ben bazen ölenlerime ağlıyorum onlar da ağlıyorlar mı?
Kafamda sorular, sorunlar ve ölüler, varıyorum eski limana. Sözüne sadık yağmur. Bir damlasını konduruyor önce alnıma, şakalaşır gibi. Kafamı kaldırıyorum gökyüzüne doğru ve ardından gelen fırtınanın göz kırptığını görüyorum. Güvenli değil bu eski liman. Kafamda ölüler ve sorular, kaçıyoruz yağmurla aynı hızda, sızıntılı bir palmiyenin altına. Yağmuru seyrederken yeni bir düşünce takılıyor aklıma: “Ölüler ıslanır mı?” Sanki zihni mi açacakmış gibi bir sigara yakıyorum, bakıyorum eski limana ve yağmura doğru, gözlerimi kısarak. Bulmuş gibi sırıtıyor ve kendime şunu söylüyorum; 
Üşümek, ıslanmak, özlemek ve ağlamak bir var olma şeklidir. Senin varoluşunla karşıdaki palmiyeyi yağmura karşı siper etmiş şu kadının var oluşu bile aynı değilken, nasıl sorarsın ölüler üşür mü?” diye. Her maddenin ve her soyut varlığın bir var olma biçimi vardır. Senin ıslanman ve üşümenle aynı değildir diğer varlıklarınki, çünkü senin var olmanla onların var olmaları da aynı değildir. Ve şu da unutulmamalıdır ki zihne konu olan her şey var olmuş demektir. Ölüler vardır yani, eti çürüse de, hatta kemiği çürüse de. Ölmek bir madde olan bedenin sonsuz oluşudur bir yerde. Maddenin sona erişidir ölüm, gözlerini kapat ve hatırla ölmüş yakınlarını, aklına gelen ne? Onları, yok olmuş, kaybolmuş, hiç olmuş gibi tasvir edebiliyor musun? Hayır. Bu da gösteriyor ki, bilinç düzeyimizin üzerinde bir yok olma yaşadı ölmüş yakınlarımız. Basit bir nesnenin, örneğin bir kalemin ya da defter yaprağının bitmesi, tükenmesi, yok olması gibi bir şey değil insan bedeninin yok olması. Bunu kavrayabilecek, bilinç düzeyine sahip değiliz belki de. Belki de tam da öyle bir yok olmak. Bilemeyiz. Anlam üreten ve anlam tüketen bir varlık olarak insanın basit bir nesne gibi yok olması fikri akla uygun gelmiyor; belki de bu yüzden soruyor insan kendine “ölüler üşüyor mu?” Diye. Ancak yine aynı insan, tam bir cevap veremiyor kendi sorduğu bu soruya.
 Birçok cevap arayışı, insanın kendi tecrübeleriyle gerçek tanımlara ulaşır. Ancak, ölümün nasıl tecrübe edileceğine dair de kesin bir yargıya varmak mümkün olmuyor. Yaşayalım ve görelim diyesi geliyor insanın ama yaşamakla ölmek tezatlığı baştan kapatıyor tüm kapıları. Bize düşen belki de sadece, çaresizce yağmuru seyretmek, yüzümüzün soğuğa mı yoksa onu getiren rüzgara mı aşık olduğunu düşünmek ve saksıların kafamıza düşmeden önceki dansını seyretmenin ne kadar akıldışı olduğunu düşünmek. Daha fazlasını düşünmek, bilincine zarar verecekse, düşünmemeli insan. Ve okumamalı, düşünmeden edemiyorsa. Bunları yapamıyorsa, susmayı bilmeli. Kendinden başkasına sormamalı; ölüler üşür mü? diye.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Yaşlı Adam

       


       Yaşlı bir adam vardı; hani şu gri kasketli, siyah pardesülü, biraz da kibirli. Üç evi vardı, kendi oturduğu saray yavrusundan başka, orta sınıf bir mahallenin zenginiydi anlayacağın. Kahveye gelir övünürdü malıyla mülküyle, Almanya'daki oğlundan, İstanbul'daki kızından ve tabi onların da zenginliklerinden bahsederken omuzlarını yükseltir, göğsünü kabartırdı. Evet işte o yaşlı adam; Ne oldu O'na?
           Öldü.

9 Ocak 2016 Cumartesi

Kırmızı Örgü Hırkalı Kız

       

        İnsan düşünmeden edemiyor; daha düne kadar mahallemizin yarısı asfalt yarısı kum sokağında, düğmeleri yanlış bağlanmış kırmızı örgü hırkasıyla, ip atlarken, burnunun sol deliğinden yeşil sümük akan o sevimli kız çocuğu nasıl olur da bu kadar kötü, bu kadar acımasız bir insana dönüşür. Oluyor işte, yaşam öyle tuhaf oyunlar oynuyor ki insana bir süre sonra bencillik ve kibir vazgeçilmezi oluyor insanın. O'na sorsanız asla kabul etmez bu çok insanlık dışı iki tanımlamayı, yalnız o değil elbette, çoğu insan hiç düşünmeden ve hatta bazen oldukça acımasızca başkaları için ne laflar söyleyiveriyor da iş kendisine gelince sütten çıkma ak kaşık oluveriyor. Aslında belki de mesele şu; bencilliğin, ahlaksızlığın, kibirin kötü bir şey olduğu öğretiliyor ancak nasıl içselleştirileceği öğretilmiyor/öğretilemiyor/öğrenilmiyor.